30 Eylül 2007 Pazar

en son ne zaman faturadan başka bir şey çıktı zarftan...

teknolojiyi sevmiyorumya boşuna değil,
elektronik posta mesela; yazıyorsun hemen anında karşı tarafa ulaşıyor ve geldiği hızla okunup tüketiliyor ve diğer maillerin arasında kaybolup gidiyor.

mektup yazmak öylemi bir kere daha çok emek harcanıyor, yazanın elinden bir koku kağıdın üzerine siniyor, ve zahmetli bir iş olduğu için herşey uzun uzun yazılıyor anlatılıyor. ve en güzel tarafı beklemek mektubun geleceğini bilirsin ve hergün postacının gelişiyle bir heyecan yaşarsın...

aslında mektup için yazdıklarımı "di"li geçmiş zaman kullanarak yazmam gerekiyordu ancak mektup yazmanın daha ölmediğini hatırlattı biri, çok uzun zaman sonra bir mektup gönderildi bana. gelmesini bekliyorum şimdiki zaman tümleçleriyle...

gönderilmeyen mektuplar...

bugün buradaki üçüncü günüm, ve yeni arkadaşlarımla ancak bugün kaynaşmaya başladım buna ne kadar kaynaşmak denir bilmem, beni bilirsin kolay elimi vermem insanlara elini verince kolunu isterler, sonra kolunu tutunca yerden yere vururlar...

kaynaşma dedimya; bugün pansiyoner beraber kalmam için birilerini getirdi, kirayı paylaşmak şart. benimle kalacak olan biraz uyuz birine benziyor; geldiklerinde içeri gelin konuşalım dedim, o " ne konuşcaz birader dedi" yalnız dikkatettim "bilader" demedi "birader" dedi neyse oturduk karşılıklı susuşuyoruz bikere kıl oldum ya, oda sessiz ama yanındaki çocukta bir çene var hep o konuşuyor. bir bana soru soruyor bir ona, en son hangi takımı tuttuğumuzu sordu o da benim gibi Galatasaraylıymış, birden kanımız ısındı birbirimize. hakan şükürün formasını almış stadta tribünden, fener maçına kadıköye gitmiş dayaklar yemiş, denize atmışlar bunu, beraber istanbula gidip ali samiyende maç seğredeceğiz...

ya ben aslında bunları yazmak istemiyorum yaaaa! çok özledim en çok seni, buradaki çocuklar sıkıntılarını anlatıyorlar, telefon açmak için 7 km yol yürümek zormuş, bi hamburgerci bile yokmuş, kampüs ufakmış hatta kampüs demeye şahit lazımmış, burda zaman nasıl geçermiş, felan filan fişmekan. benimse burda sorun ettiğim tek şey sensizlik,hiçbiri sevdiklerini özlememiş.

nasıl özledim bir bilsen...
keşke geri dönebilsem...

16 eylül 1996 aydıncık...

29 Eylül 2007 Cumartesi

yada özdemir asaf'tan...

dün sabaha karşı kendimle konuştum,
ben hep kendime çıkan bir yokuştum,
yokuşun başında bir düşman vardı,
onu vurmaya gittim,
kendimle vuruştum...

28 Eylül 2007 Cuma

seni ilkbaharı sevdiğim kadar sevsem de hiçbir şey için bana güvenme

aslında düşündümde; bu söz o kadarda güzel değil. belki can yücelin şu dizeleri daha manalı olur duruma:

çok sevmeyeceksin,
mesela
o daha az severse
kırılırsın... (ya hiç sevmezse? yıkılırsın)

I hesitate to write about the spring
There’s a fear with all that loveliness
The wilderness ı fell in everything

Though not alone ı thing of loneliness

Oh do not count on me for anything
Although ı love you as ı do the spring

(seni ilkbaharı sevdiğim kadar sevsem de hiçbir şey için bana güvenme)

Of gods late isolation in the sky
Of wisdom turned disappear not happiness

While we are together you and ı
Abandon promises of future bliss

But love me with the truth now in your eye
Regard the early falling leaf a kiss
Regard fidelity a passing thing
It gives me courage when ı tell you this

Oh do not count on me for anything
Although ı love you as ı do the spring
Oh do not count on me for anything
Although ı love you as ı do the spring

çocukları seviyorum yaaa...!


alper 7 yaşında akdeniz anemisi hastası, hayata pahalı ilaçlarla tutunabilen bir çocuk yanıma geldi oturdu sonra dizime uzandı ve bana;

- sen büyüyünce ne olcan, dedi(çocuk hemen anladı hala bir şey olamadığımı:)
- ben büyüdüm ve kirlendi dünya
- sen büyüyünce asker mi olcan
- hayır
- uzaylı olsana:)(yok artık o kadar da değil ucubeyemi benziyorum yahu, senden iyi uzaylı olur der gibi söyledi
-uzaylı mı? nasıl yani
-uzaya gidersin ne güzel
-haaaa astronot diyosuuun :)

26 Eylül 2007 Çarşamba

küçük adamdan büyük laflar...

şimdi size "büyük" bir adamla, "önemli" biriyle aramda geçen bir konuşmayı aktaracağım... BA büyük adam, ka küçük adam yani ben.BA resepsiyona gelir

BA- 419 nolu oda ile ilgili seyhan hanım size bilgi vermedi mi?
ka- hayır, seyhan hanım kim?
BA- otelinize gelen önemli insanlarla ilgili seyhan hanımı bilgilendiriyorum,seyhan hanım size bilgi veriyor ama siz kendi aranızda birbirinize aktarmıyorsunuz.(çok sinirli)
ka- bakın beyfendi bana hiç bir bilgi aktarılmadığı doğrudur,dolayısı ile neden bahsettiğinizi bile bilmiyorum,problem nedir?
BA- O zaman aç telefonu ara, sana bilgi vermeyenlerden bilgi al(daha da sert)
ka- konunun ne olduğunu bilmeden kimseyi arayamam belki benim çözebileceğim bir şeydir. belki arayacağım kişi ile konunun bi alakası yoktur.
BA- bakın ben bakanlık müfettişiyim ve 419 da kalan insanlar benim misafirim, ayrıca onlar turizm bakanının eskiden beri yol arkadaşları, dava arkadaşları.( kankaymışlar yani)ve sizin garsonunuz öğle yemeğinde içmekte olduğum fantayı göstererek "bunu içemezsiniz" dedi şimdide restauranta giremezsin diyor. burası nasıl bir otel, siz kimi misafir ettiğinizi bilmiyorsunuz, bu adamlar yarın bakanla oturup konuştuklarında bu oteldeki rezaleti anlatacaklar haberiniz varmı?
ka- garson arkadaş adına özür dilerim, kibar bi dille otel müşterilerinin misafirlerin içecekleri ücrete tabidir demesi lazımdı,ama malesef turizm de turizmi ve hatta konuşmayı bilmeyen o kadar çok kişi çalışıyor ki;malesef bu sorunlarla her yerde, en lüks otellerde bile karşılaşabilirsiniz;
BA- O zaman öğretin bu adamlara konuşmayı kardeşim.( tak elini deske vurarark ve sabrımın sınırlarını zorlayarak)
ka- onlara konuşmayı biz burda öğretemeyiz, turizm okulları niye var, bence o turizm bakanı ile kanka olan misafirinize söyleyin bu meseleyi açtığı zaman turizm bakanına şöyle desin; malesef ucuz işci diye doğudan okul görmemiş, eğitim almamış insanları çalıştırıyorlar otellerde bir yasa çıkaralım turizm diploması olmayan hiç kimse otellerde çalışmasın, tıpkı hukuk diploması olmayana avukatlık yaptırılmaması gibi yada turizm okullarını tamamen kapatın, desin
BA- bak delikanlı sesinin tonunu hiç beğenmedim kendi kaldığım otelde 8 tane kazak'ı memleketlerine gönderdim çalışm izinleri yoktu.
ka- ben tc vatandaşıyım beni en fazla otelden attırırsınız.
BA- yok ben öyle bişey demek istemedim sadece bir telefonla adamları ülkelerine gönderdim sevgililerinden önce.
BA- Peki doğudan gelenler adam değilmi onları neden dışlamamızı istiyorsun
ka- yok dışlamak yok ben öyle bişeymi dedim; benim söylemek istediğim doğuda eğitimli insanlar zaten üniversite okuyup işlerine bakıyorlar ama buraya gelenlerin çoğu çaresizlikten kaçmış, yada hayvan gütmekten bıkmış, tarla çapalamaktan sıkılmış adamlar, buraya gelip neredeyse yemek yatak karşılığı çalışıp en pis işleri yapıyorlar sonra biraz gelişip restauranta yükseliyorlar ama hala konuşmayı bilmiyorlar, ve üç kuruşa çalışan bu adamlar varken turizm mezunlarını niye çalıştırsın adam. bu kaliteyi düşürüyor all in culisive herşey dahil sistem ve bu olay turizmi kemiren iki unsur.
BA- eeee be kardeşim bu kadar adamı işsiz mi bırakacağız?
ka- niye o kadar turizm mezunu işsiz onu dert etmiyorsunuz ama.

sustu bir süre daha atıp tuttu, sonra kanka olduk. gece müdürü geldi aynı şeyleri şikayet etti ama benim ona sert konuşmamdan bahsetmedi.

5 dk sonra yine geldi;
BA- rusca biliyormusun?
ka- biraz
BA- Biz rus müşterilerle sohbet etmek istesek yardımcı olabilirmisin?
"işte siz bu kadar büyük adamsınız" diyemedim içimde kaldı, suratına ters ters baktım konuyu değiştirdi. :(

aşkın tarifi...


yok yok "biraz sevgi biraz güven vesaire" diye klasik bişeyler yazmayacağım korkmayın; aşkın tarifi olmaz diyeceğim bilakis. anlatıyorlar röportajlarda bazı kadınlar erkekte aradıkları şeyi; düzeyli ilşki,mesleki başarı, yakışıklılık,güven,sevgi vs. yemek tarifi gibi, oysa aşk tarifsizdir arama, bulamazsın, zamanı gelince o gelir seni bulur... o zaman hiç bir şeye bakmazsın belanı da bulmuş olabilirsin, ama umurunda değildir.

ne bileyim aşk başka bişeydir güzel kız; şimdi bir boynum eğik duruyorumya, biraz mahzun,sessiz
o senim gittiğin günden hatıradır...

25 Eylül 2007 Salı

iş ilanı...

müşterilerin
saçlarını okşayarak konuşabilen
resepsiyonistler aranıyor :)

amsterdam otel.

memleketimden insan manzaraları


uzun zamandır ülke gündeminden uzağım, öyleki yeni anayasa taslağının içeriğini bile bilmiyorum. ama gazete ilanlarında bir gariplik var. şöyle ki; bir acenta tatil reklamı vermiş.

" uygun fiyatlarda müslüman bir ülkede ramazanı geçirme fırsatı"

nasıl yani biz müslüman bir ülkede yaşamıyormuyuz? tamam laik bir ülke ama kimsenin dinini yaşamasına mani baskı ve yasaklar yok dermişiiiim :)

türk aklı...

bir ara işlerden fırsat bulup otelin tuvaletine girdim; baktım hem bayanlar hemde erkekler tuvaletinin önünde kuyruk var. ben özürlüler tuvaletine girdim (ç)işimi yaptım, çıktım. herkez bana bakıyor bu adamın neresi özürlü diye, gerçi kafadan sakatım da neyse, yinede olay o değil; bir tane özürlü müşteri ve çalışan yokken özürlü tuvletine girmeyip boş tutmanın mantığını çözemedim...:)

24 Eylül 2007 Pazartesi

haliçten çıkan timsah...

sene 1725, padişah üçüncü ahmet şehzadelerini sünnet ettiriyor. bunun için haliç kıyısında bir eğlence tertip ettirmiş, sünnet düğünü yani. eğlence devam ederken haliçten bir timsah çıkmış ki kocaman herkez bir yerlere kaçıp saklanmış. bir tek padişah kalmış (erkekliğe bok süremez ya hemde padişah) az sonra timsah karaya çıkmış ağzını açmış ve içinden üç tane çengi çıkmış kızlar dans ettikten sonra tekrar timsahın ağzına girmişler ve timsah suyun altına inip geldiği gibi gitmiş...

dünya denizaltılar ansiklopedisinin girişinde şöyle yazar; dünya tarihinde ilk denizaltı 1835 yılında misisipi nehrinde yüzdürülmüştür.

yok yaaaaa, ilk denizaltı 1725'te haliç'te timsah şeklinde yüzdürülmüştür :(

23 Eylül 2007 Pazar

babanın kızına öğütü...

kız- baba hayat ne kadar anlaşılmaz, karışık, çözümsüz bişey.

baba- hayat sandığın kadar karışık değil, hatta gardrobundan daha karışık değil, önce bazanın sandığını ve gardrobunu düzene sok...eline çoktan unuttuğun bir kaç parça elbise gelecek bugün onu giymek isteyeceksin ve bu değişiklik sana iyi gelecek hayatına da biraz çeki düzen verdiğinde unuttuğun bazı tatlar bulacaksın ve hayatın o kadar da çözümsüz olmadığını göreceksin...

şarkılara dokunma ihtiyacı...

şarkılara dokunmayı seven bi arkadaşım var demiştim ya
şimdi bir yabancı rap parçaya dokunmuş ben koptum ama okumakla olmaz ondan dinlemek lazım ben yinede yazacağım.

ben şöyle bi durayım da benim bir
fotoğrafımı çek ama arkada
ki kızlarda çıksın ben bu ortamlar
da bulundum diycem arkadaşlara

ben şöyle bi durayım da benim bir
fotoğrafımı çek da benim bir
kızlarda çıksın da benim bir
ortamlar da bulundum da benim bir

şarkılara dokunan sadece o değilki bakın gülben ergenin şarkısına beş yaşında bir kız nasıl dokunmuş

uçacaksın uçacaksın havalara uçacaksın
ayağını yerken kesicem seni
havalara kaçacaksın

birde ben dokunayım; :)
dokunmak istiyorum yine şarkılara
dokunmak istiyorum yine yüreğine
alışmışım bir kere gülen yüzüne
aşk değil sevgi değil başka bişey bu
hiç bir şeyi koyamam ki senin yerinee

22 Eylül 2007 Cumartesi

tarihten bir sayfa; lodos fırtınası...


ama ne fırtınaymış o, istanbulda her yanı sis sarmış. deniz kabarmış dalgalar dövüyor sahilleri. lodos kıyameti desek yeridir.
tarih 30 aralık 1911, yılbaşına bir gün kalmış hazırlıklar tamamlanmış.lodos saatler geçtikçe şiddetini arttırıyor.vapurların kalkış saatleri birbirine girmiş, kalkıp kalkmayacakları meçhul.
neyseki kalkan bi vapura dört galatasaraylı binmiş kadıköydeki maça doğru yola çıkmışlar. daha önce yaptıkları üç maçı 2-0,3-0,5-0 kazanmış olmalrının rahatlığı var içlerinde, kadıköye indiklerinde diğer arkadaşlarından sadece ikisinin geldiğini diğerlerinin gelmediğini anlayınca stadyumda buluruz deyip gittiler. stadyumda sadece sakat olan ali sami başkan vardı, beklediler ne gelen vardı ne giden maç başlayacaktı ve maçı erteleme isteeğinde bulundular öyleya 11 kişiye 7 kişi nasıl oynanacaktı. ama fenerbahçeliler buna yanaşmadılar oynamazsanız hükmen yenilirsiniz dediler, fenerliler için ilk kazanma fırsatydı bu ve kaçırmak istemediler( kolay zafer küçük insanların hevesidir) galatasray ruhu bunu kaldıramazdı "yenilirsek de sahaya çıkar aslanlar gibi savaşır yeniliriz" dedi ali sami. sahaya çıkmayı kabul ettiler; ama ufak bir sorun vardı kalecide gelememişti. ali sami kaleye geçti ali, bekir,horace,celal,emin,idris de sahaya çıkan diğer altı aslandı.
fenerliler sahay çıkarken kıs kıs gülüyorlardı sonra maç başladı 7 aslan 70 aslan gücündeydi sahayı kanaryalara dar ettiler sakat kaleci ali sami'ye neredeyse top gelmedi...
ne lodos, ne çamur saha, ne 11 kişilik rakip, aslanlarla başedemedi 30 aralık 1911 günü galatasaray fenerbahçeyi kadıköyde yedi kişiyle 7-0 yendi...
o gece lodos hiç durmadı galatasaraylılar fenerli futbolcuların evlerinde kaldılar dostluk yine dostluktu...
o gece fenerlilerin kulaklarında bir kükreme sesidir uyutmadı.
bir rivayete göre istanbulda ne zaman lodos çıksa rüzgarla beraber bir kükreme sesi yayılırmış kadıköy semalarına... hani artık bize bulutların arkasından bakan güzel insanların kükreme sesiymiş bunlar...

unutturma
daha iyisi olana kadar en iyisi bu
f.bahçe 0-7 g.saray
30.11.1911

21 Eylül 2007 Cuma

...yaşamınız kötü zannediyorsunuz...

okyanusların derinliklerinde ki hidrotermal bacalardan fışkıran 400 derece sıcaklıkta zehirli lavların çevresinde bile hayat var; oralarda yaşayan deniz canlıları ve mikro organizmalar var.o sıcaklıkta ölüp bir saat içinde dna sını yeniden dizip canlanan bakteriler, işte cehennem azabı dedikleri bu...

dobe yaylası

karadeniz gezim bitti, şimdi antalya kemer'deyim ama hala karadenizi aklımdan çıkaramadım yine karadenizden bahsedeceğim şimdi...


karadenizin yaylalarını turizme açmak için patika yollarına asvalt döküyorlar; bakan birde gururla anlatıyor "yolu olmayan yayla kalmayacak" diye...

amaç ne?
turist sayısını arttırmak.
peki yolları yapılınca ne olacak?
her türlü teknoloji o yaylalara kolayca ulaşacak
eeee bunun nesi kötü?
bak güzel kardeşim teknoloji beraberinde kirlilik ve betonlaşma getirecek o yaylaların ekolojik dengesi bozulup havası kirlenince turist neye gelsin allahaşkına
yol yapılırsa yayla turizmi ölür, gelen turist benim halkım gibi dağpatikalarından gelsin yürüyerek...

19 Eylül 2007 Çarşamba

mıhlama tarifi...




yerde oturuyordu, belki bir kasanın üzerine ilişmişti, başını karadenizli kadınlara özgü bir biçimde bağlamış, bordo beyz renklerin hakim olduğu peştamalini omuzlarına şal gibi almıştı. yüzündeki çizgiler önündeki mısırlarınkinden daha derin ve daha manalı idi; yüzü güneşten iyice kararmıştı. önünde dört çuval mısır vardı. mısırlar soyulmuş ayıklanmıştı; yalan dolan yoktu, kiloya fazla girsin yok, ezikler kabuğun altında kalsın yok, herşey ortada. sonra gözgöze geldik gülümsedik yüzünde huzur vardı,
" senin kendi tohumlarından mı bu mısırlar" dedim
" ya neeee" dedi
"o amerikan tohumuyla yetiştirilenleri sevmiyorum ben"
" ben de" dedi
güçlüydü onca yaşına rağmen, çuvalları kendi getirmiş pazara. anadolunun üreten kadını son nefesine kadar toprağı işleyecek, yaşamı ellerindeydi elleri hep toprakta.

amerika kıtasının dünyaya armağınıdır mısır.uzak kültürlerin sevdasıdır. meksikada "tortilla" dır karadenizde "koliva"... asteklerle mayaların "tortillası" (mayasız yassı mısır ekmeği) kilometrelerce uzakta karadenizde hala en sevilen ekmek türü. mısır yeni kıtanın (latin amerika) ve eski kıtanın horontepenlerinin ortak sevdasıdır...

tabiki mıhlama ve mısır ekmeği direkt mısırcı teyzeden alınan mısırdn olmuyor. önce mısır iplere asılıp kurutuluyor ve sonra değirmende öğütülüyor un haline getiriliyor.

bırakalım msırın tarihinide,
gelelim biz mıhlamanın tarifine;
mısır unu tamam, şimdi hakiki tereyağına geldi sıra. şimdilerde içine patates püresi katıyorlar. eskiden annem tereyağını kendi yapardı, şimdilerde herşeyi hazır alıyoruz
içine ne katıldığını bilmeden. sadece onu mu reçeli, turşuyu, pekmezi, konserveyive salçayı da kendimiz yapardık. hiç unutmam sonbaharda kasa kasa domates alırdık birileri taşır birileri yıkar, birileri dörde böler, birileri kıyma makinesinde kıyar,birileri ilistir denen metal elekten geçirir, çekirdekleri ayrılır, özel çuvallara konur süzülmesi için bırakılır.tüm bunlar olurken yorulanlar değişir, acıkanlar domates ekmek yerdi, herkes pürneşe çalışırdı. bu tip şeylerdi bizi birarada tutan şimdi o birlik beraberlikte kalmadı.
haaaa salça mı? çuvallardan çıkarılır sini denilen büyük tepsilere konur tuzlanır ve güneşte bir kaç gün kurutulur ve salça elde edilmiş olur. haaa bu arada mıhlamanın içinde salça yok karıştırmayın şimdiye kadar mısır unu ve tereyağı dedik.
üçüncü malzeme peynir, karadenize özgü bir peynir telveren peyniri ama aramayın onuda zor bulursunuz bu aralar onun yerine eriyip uzayabilen kaşar gibi bir şeyler kullanın.

yapılışı; bol tereyağını eritip içine mısır unu ilave ediyorsunuz bir süre kavrulduktan sonra içine ılık su katıyorsunuz birazda tuz ,peyniri içine atıp karıştırıyorsunuz sonunda biraz daha tereyağı eritip üzerine döküyorsunuz. en son geçen ağustos samsun'da halamda kahvaltıda yedim
nefisdi
afiyet olsun

benim yemek tarifimde böyle olur işte

17 Eylül 2007 Pazartesi

aynalar...




üç gül ömrü yaşadım
kenarsız aynalarda...

biri bana benzer;
fırtına dağlarının kökünden koparıp,
bulanık sele verdiğim.

biri kana benzer;
dikeni güle batmış, sıyırıp yaprağını
seherde yele verdiğim.

biri sana benzer;
yüzünde saçları kınalı perde,
tenhada yanıp sönen durgun bir güle verdiğim.

üç gül ömrü yaşadım
üç gül ömrü yaşlandım
kenarsız aynalarda...

14 Eylül 2007 Cuma

miçoya mektuplar...


gözlerim mi GÖRMÜYOR BENİM? nedir bu karanlık,çevremdeki? nedir bu kaos ve zifiri iklim etrafımda ki... eşya niçin asıl rengini göstermiyor bana, hani şeffaftı ve tüller gibiydi madde mana üzerinde? hani bir tenteneli perde idi eşya mavera penceresinde... bir güzelin sigara dumanından seğrediyorum dağılıp giden efkarımı, dağılan sislerde ve çekip giden kabusların iz düşümümde görmek istiyorum ruhumun gömlek değiştirişini...

13 Eylül 2007 Perşembe

tohum...

sanki özünde kromozomlarında " oruçlunun sofrasını süsle" yazılmış gibi bir yazı bir imza hissediyordu. "asla haram lokma bulunan sofraya meyve sunma" diye bir emir vardı sanki özünde. ama eğer mecbur kalırsan da sunduğun meyvelerin hakiki lezzetini uçur ve seni yiyene lanet oku" yazıyordu bu emrin dip notunda...

hayırlı ramazanlar...

12 Eylül 2007 Çarşamba

hoş bir dialog ne ders çıkarırsanız artık...


yusuf- sende bisiklet varya onu sezon sonuna kadar bana ver işe gidip gelirken kullanırım senin bana olan borcuna sayarız. dedi
ben de- ne borca sayması olum bisiklet lazımsa al borcum borç yine
yusuf- yaaa olum ben zaten o parayı senden almayacaktım bahane uydurmaya çalışıyom işte
ben- deget noel babamısın sen herkese para dağıtıyon almıyon

( bu arada fotoğrafa bakılırsa aklım hala malta maçında :)

9 Eylül 2007 Pazar

ah bu benim şom ağzım...


" bu akşam malta maçı var kesin yenecez" dedi
ben anlatmaya başladım,
bir zamanlar sanmarino ile milli takım maç yapacak san marino ki; o güne kadar kimseyi yenememişler hatta berabere kalmamışlar hatta gol atamamışlar hatta korner bile atamamış bir takımlar o kadar yani abartmıyorum, biz maçta 1-0 öndeyiz adamlar korner kazandılar, korneri atmayı bırakmışlar ilk kornerlerini kutluyorlar, ki o korner atışı geldi gol oldu ya adamların sevincini anlatamam, maçı 4-1 kazandık ama onlar sevindiler, deplasmandaki maçta da tek kale oynadık gol atamadık maç 0-0 bitti ilk beraberliklerinide bizden aldılar adamların tarihine altın harflerle yazıldık, o gazla ingiltereye ingilterede de gol attılar ki; bizim milli takımın ingiltereye hala golü yok.2003-2004 de oynadığımız maçlarda biz daha iyi oynadık ama yine gol atatmadık wembley de ki maçta 1-0 mağlup durumdayken nihat kahveci kafayla topu doksan diye tabir ettiğimiz yere gönderdiğinde ben kahvede yerimden gol diye kalkıp kaleci james topu son anda dışarı tokatlayınca öyle bir ses çıktıki benden gooahhhhh diye sanki kaleci james topu dışarı tokatlamadıda elini soktu ciğerimi çıkarttı, öyle yaniii... yani diyeceğim o ki; maltayıda yenemezsek şaşırma dedim di yenemedik yahu... ah bu benim şom ağzım

4 Eylül 2007 Salı

aşk?


aşk birine çok yakından bakmaktır;
öyle yaklaşırsın ki;
ondan başka bir şey göremezsin...

tıpkı zoom'lu bir fotoğraf makinesi ile bir nesneye öyle yaklaşırsın ki; kadrajda artık ondan başka bir şey göremezsin...işte öyle bişey...

şarkıların sözleriyle biraz oynayan arkadaş...


etek sarı sen etekten sarısın
kurban olam beydağının karısın oyyyy...

petek sarı sen petekten sarısın
ahhh leylaaa sen ne orospu karısııın oyyyy

2 Eylül 2007 Pazar

bıyıklarımızı yakmadan anlamıyoruz hayatı...


MUM ALEVİYLE OYNAYAN
KEDİNİN ÖYKÜSÜ

I

Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
O evde bir de kedi vardı.
Geceler indiğinde kendi havasında
Mum yanar, kedi de oynardı.

Mumun yandığı gecelerden birinde
Kedi oyunlarına daldı.
Oyun arayan gözlerinde
Mumun alevi yandı,
Baktı,
Mumun titrek alevinde
Oyuna çağıran bir hava vardı.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukcasına,
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakcasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..


Özdemir Asaf

kuzenim anlatıyor " dayı olduğumda kendi dayımı aradım ve özür diledim dedim ki; dayım, ben yeğenimi herşeyden çok seviyorum eğer sende beni bu kadar seviyorsan ben çok ayıp etmişim, senin sevgine layık bir yeğen olamamışım dedim özür diledim"

bende dayı oldum sayılır ve bende özür diliyorum dayılarımdan...

galiba baba olmadan babamızı, anne olmadan annemizi, amca olmadan amcamızı anlayamayacağız,oysa yaşlı olmadan yaşlıları anlamalıyız, hepimiz çocuk olduk ama çocukları bile anlamıyoruz, genel bir anlayışsızlık var bizde, kimse kimseyi anlamıyor...

1 Eylül 2007 Cumartesi