27 Şubat 2009 Cuma

ayna...


bize ne kadar benziyorlar
saldırgan olan hapiste
insana bi zararı dokunmayan serbest
bana dokunmayan kedi bin yaşasın...

26 Şubat 2009 Perşembe

G.SARAY 4-3 BORDEAUX


bir maç bu kadar mı gider gelir...
o ne heyecandı...
daha yerime oturmamıştım, ve o sesi duydum "malesef maça 1-0 yenik başlıyoruz" daha 10 saniye ancak olmuştu fransızlar öne geçti. ahhh meira ahhhh

böyle ani şoklar geldi yaşamımdan gözümün önüne, mike taıson'ın boks maçını izleyeceğiz saat farkından dolayı maç sabaha karşı 4'te. çerezler alındı biralar stoklandı sabaha kadar beklenildi, ve sonunda maç başladı, 38. saniyede mike adamı nakavt etti... o kadar hazırlık, heyecan dolu 12 raund beklentisi boşa gitmişti. tayson o ölümcül yumruğu sanki bize atmıştı...

dahası yıllar sonra tayson ın hayatını anlatan bir filmden anlıyoruz ki; bu mike ın alışkanlık haline getirdiği bir şeymiş, ilk maçına çıkıyor ve hocası yaşlı olduğu için maça gidemiyor, tayson maçı 8. saniyede nakavt ile kazanıyor ve antrönör hocayı telefonla arayıp " mike maçı 8 saniyede nakavtla kazandı" diyor; hocasının tepkisi şöyle "ne yaptı adamı tabancayla mı vurdu"

neyse maça dönelim... maç 1-0 dı ama bu maçı alacağız diye bir his geçiyordu, gönül denizimin açıklarından ve beklenen goller 42 de arda 45 te kewell'dan geldi. ben bir gol istiyordum devre arası bülent hoca daha rahat taktik versin diye, iki gol birden gelmişti...

ikinci yarıda yine arda ile 3-1 yaptık skoru, artık maçı bırakmıştık hamburg'u konuşmaya başladık, hatta ben hamburger yapıp yeriz diye espiri bile yaptım, biz bu kadar rahatlamışken futbolcularda serdiler tabii(esasında maçtan sonra bizede saçma geliyor ama maç oynanırken biz konsantransyonumuzu maça verirsek futbolcularda veriyor, eğer rehavete kapılırsak onlarda rehavete giriyor sanıyoruz:) 73 ve 75 de meira ve desanctisin hediyesi iki golle skor 3-3 olmasın mı, gönül isterki olmasın ama oldu işte...
ben meiraya ulan bator ulan bator diye söylenirken
arkadaş sordu "ulan bator derken"
" ne bileyim abi ben sinirimden ne söylediğimi biliyormuyum"
" tamam da abi saçmalamanında bi mantığı olur ulan bator da ne demek"
" abi ulanbator mogolistanın başkenti, bugün moğol cengizhanın filmini seyrettim oradan sirayet etmiştir dilime" heeey kardeş bana bir soda getir midem kötü kocaelinin attığı golleri hazmedemedim hala"diye ekledim lafı

yaa maça dönelim yeniden gönül denizimin kıyılarından ufka doğru baktım hala maçı kazanacağız gibi bir his orada duruyor mu diye, baktım vallaha orda:)))) yeniden eski pozisyona döndük ( şimdi maçta uzun süre beklenen gol olduğunda hangi durumdaysak yine o duruma geldiğimizde yine gol olacağına inanıyoruz.tamam saçma ama maç sırasında değildi)
abi ilk yarının sonunda sen ekranın önünden geçmiştin sonra ortalık karışmıştı gol o ara geldi, bak ben burda oturuyordum, sende şuraya geç tamam abi böyle, sen geç şimdi tv nin önünden...:) böyle traji komik durumdayız
korner atılıyor lincoln ortalayacak
"abi sen geç ekranın önünden"
sabri vuuuuuuuuuuur
gooooooooool
4-3
hani saçmaydı
bakın herkes eski yerine geçti ve yine gol oldu
dikkat önemli not; ilk gol ilk yarının bitmesine 2 dakika kala olmuştu
son gol maçın bitmesine 2 dakika kala oldu
buna ne diyeceksiniz pekiii:)))

25 Şubat 2009 Çarşamba

sinema güncel...


ne zaman adam oluruz
"vali" gibi filmler
"recep ivedik" gibi filmlerden
daha çok seyredilince...


ve recep yazıcıoğlu gibi valilerimiz
ve o nitelikte başbakanlarımız olursa
bir yere varırız. ama olmaz,
bir tane olur onuda harcarlar...

aşağıda nihat sırdarın yazısı, sıkılmadan okursanız yinede bi umut var:)))
gönderen zera, umutların solmasın

Sene 1999... Erzincan Öğretmen evi' nin lobisinde oturuyoruz.
Sayın Vali'yi bekliyoruz.
Erzincan'la ilgili bir program çekeceğiz. Ben kentin sorunlarını anlatacağım, Güçlü Mete de doğal güzelliklerini.
Gittiğimiz şehirlerde valiler Güçlü'ye eşlik ediyorlar hep.
'Benim yönettiğim kent şöyle güzel, böyle güzel, bu kadar iyi yönetiyorum işte' demek için...
Ben ise tek başıma geziyorum genelde.
Kapıda bir araba durdu...
Öyle eskort, siren sesleri falan yok.
Önde bir şoför, arkada Recep Yazıcıoğlu...
O kadar...
Polisler yok, elleri telsizli korumalar yok, yollar trafiğe kapatılmamış...
Tek bir araba ve bir şoför...
İndi yanımıza geldi, oturduk sohbet ettik uzun uzun...
Sonra Erzincan kazan biz kepçe gezdik...
Bütün valiler kendilerini övmek için en güzel yerlerini gezdirirken şehirlerinin, Yazıcıoğlu beni kolumdan tutup Erzincan'ın sorunlarının yanına götürdü.
Devlet hastanesi inşaatına devletin lüzumsuz yere trilyonları gömdüğünü yerinde gösterdi...
Devletin valisi...
Bir haftaya yakın beraberdik Erzincan'da...
Yedik, içtik ve dinledik...
Hayran olduk bütün ekip.
Böyle bir adamın vali olmasına hem şaşırdık hem sevindik.
Keşke İstanbul'a vali olsanız dedim, bıyık altından güldü...
'Ben protokol valisi olamam' dedi...
Erzincan valisiyken de bir kaza geçirmiş ama kurtulmuştu, Ankara'dan Denizli'ye dönerken kurtulamadı...
Geçen hafta Vali filminin galasına gitmek için yola çıktım...
Tam Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'ne Nişantaşı'ndan döneceğim sırada polis durdurdu...
Arkamdaki tüm yolu tıkadım...
'Memur bey biraz kaydırayım arabayı. Arkamdaki arabalar düz devam edecekler. Onlar geçsin, bakın trafik tıkandı' dedim...
'Bekle' dedi polis arkadaş...
Başladık beklemeye...
Tam 15 dakika...
Akşam trafiğinde hem de...
Nişantaşı felç oldu, kornalar cayır cayır çaldı...
Ama biz bekledik...
Sonra neden beklediğimiz anlaşıldı. Önce bir trafik ekibi, arkasından bir eskort, sonra bir makam aracı, sonra arkasından 2 eskort bir ambulans geçti önümüzden.
TBMM Başkanı Köksal Toptan, Vali filminin galasına gidiyormuş meğerse...
Beyefendi geçtikten sonra biz paryalar için yol açıldı ve galaya yetişebildik...
Film boyunca Recep Yazıcıoğlu'nu canlandıran Vali Faruk Yazıcı karakteri korumasız, eskortsuz gezdi Denizli'de...
Ve bu filmi en önde seyreden 'protokol' hiç istifini bozmadan izledi bu görüntüleri...
Film bitince demeçler verdiler kameralara.
Ardından yine yollar kesildi, yine eskortlar dizildi ve geldikleri gibi gittiler...
Merak ettim acaba izlerken hiç utandılar mı?
Bir valinin normal bir insan gibi olabileceğini, makamının nimetleriyle delirmeyebileceğini görünce acaba içlerinden düşündüler mi?
Ben de böyle olsam dediler mi?
Şimdi TBMM Başkanı açıklama yapar...
'Ben öyle bir talimat vermedim' der...
İyi de hiç mi camdan bakmadınız Köksal Bey?
Trafiğin tam da akşam saatinde İstanbul'da bu kadar açık olması hiç mi kıllandırmadı sizi?
Hiç mi aklınızdan geçmedi 'Recep Yazıcıoğlu'nu halk niye bu kadar seviyor' diye...
Bu arada yeri gelmişken...
Ellerine sağlık Vali filmini çekenlerin...
İçiniz acıyacak film bittiğinde ama gidin ve izleyin mutlaka...
Hem özlediğiniz devlet adamını görün hem de Türkiye üzerine ne oyunlar oynandığını görün...

joseph pazarda...

ellerimizde bir sürü poşetle pazardan çıktık
joseph- bunlara kaç para ödedin
ben- vallaha cebimde 8.5 lira bozuk para vardı sadece onlaarı harcadım
joseph- ohaaa ne kadar ucuz lan ben hemen evleneyim
ben- nasıl yani evlenmene engel pazarın pahalı olmasımıydı
joseph-bak üç bağ 1 lira
ben- tamam bozuk paran varsa verde bir bağ maydonoz, dere otu ve semiz alalım.
joseph- bozuk parayı ne yapacan
ben- tamir edecem
joseph- neyle
ben- tornavidayla
joseph- nasıl
ben- ıghııııııyk almıyorum vaz geçtim yürüüü....

belçikada türk köyü


hiç bir Türkün yaşamadığı ancak herkesin kendini Türk hissettiği belçikanın faymonville köyünde Türk festivali zamanı. her yıl şubat ayında kutlanıyor.

bu geleneğin sekizinci yüzyıldan kaldığı söyleniyor, bir rivayete göre bu köy haçlı seferlerine katılmamış,türklere karşı savaşmamışlar ve toplanan paralara kendi haklarını vermemişler ve onlara faymonville türkleri demeye başlamışlar

faymonvillenin turkanıa isimli futbol takımları maçlarına her zaman türk bayrakları ile çıkıyorlar ve amblemlerinde türk bayrağı var

kendilerini herzaman türk olarak tanıtan faymonvilleliler zamanında kendilerini cezalandıran liege prensine inat kiliselerinde çanı kaldırıp ezana benzeyen bir çağırma sistemi ile yapmışlar pazar ayinlerini...

24 Şubat 2009 Salı

alt yazı...

dar gözlü kadınlardan seç eşini,
kötü ruhlar
geniş gözlerden girer içeri;
ve büyük ayaklı olsun
güçlü kadının ayakları büyüktür
ve en büyüğünü verir zevklerin...


"cengizhan" filminden

19 Şubat 2009 Perşembe

alt yazı...

life and dreams are leaves of the same book,
reading them in order is living,
skimming through them is dreaming...

yani aşşağı yukarı şöyle diyor;
hayat ve rüyalar aynı kitabın sayfalarıdır,
onları sırasıyla okumaya yaşamak,
sayfaları gözden geçirmeye ise hayal görmek denir...

kayıp...

the lost...

temel fıkrası...

Jennifer Lopez ve Temel bir gemi kazası neticesinde ıssız adaya düşerler.

Ne yapsınlar can sıkıntısından sabah akşam beraber olurlar. Ancak bir süre
sonra Temel , durumdan zevk almamaya başlar.

Jennifer çıldırır, Temele ne olduğunu sorar, ne isterse yapabilecegini
söyler.

Her türlü fantaziye açık olduğunu, her şeyiyle emrine amade olduğunu,
nerede hata yaptıysa düzeltmeye çalısacağını anlatır. Temel inatla
Jennifer'a 'İstediğim şeyi yapabilmen mümkün değil' der.

Jennifer çaresizlik içinde ısrar eder ve herşeyi göze aldığını söyler.

Temel en sonunda bir denemeye karar verir... Önce Jennifer'ın saçlarını
kısacık keser. Sonra Çeketini giydirir. Kestigi saçlardan bıyık yapar.

Jennifer, ne oldugunu anlamaya çalışırken Temel onu mümkün olduğu kadar
erkeğe benzettikten sonra akşam olunca sahile gelmesini söyler.

Aksam olur ve Jennifer erkek kılığında sahile gelir bakar ki, Temel
mükemmel bir rakı sofrası hazırlamış ve masayı mezelerle doldurmuştur.

Temel ve Jennifer masaya otururlar. Temel elini Jennifer'ın omzuna atar.
Bardağını Jennifer'ınkine tokuşturur ve şöyle der:
'Ulan Cemal bir aydır kimi götürüyorum söylesem inanmazsın..!?!?


yaa ben hep söylerim erkeklerin çoğu yapmaktan değil anlatmaktan zevk alır...

17 Şubat 2009 Salı

seher vakti...


seher vakti sihirli bir zaman dilimidir. böyle kekremsi bir tadı vardır, üşüdüğünü hissettirmeyen bir serinliği,her şeyi görebildiğin bir karanlığı vardır...

seher kelimesi arapçada ki sihir kelimesinden gelir zaten; sihirin türkçeside büyüdür. büyü; sebebi gizli ince, anlaşılması güç olay diye tarif ediliyor sözlüklerde. ve kuranda; aklınızın almadığı sebebini bilmediğiniz şeyleri büyü zannedersiniz diyor... örneğin; bin yıl önce yaşayan insanlara deprem bir büyüdür, yada insanın aya çıktığını söyleseniz büyü zanneder, sebebi bilinince her şey normaldir aslında...

ancak seher vakti sihirlidir
tüm gece çektiğim acılar seher vakti diner
tüm gece arayıpta bulamadığım uyku seherin koynundadır
o tılsımlı ses seher vakti gelir kulaklarıma
seher vakti
sihirlidir...

yıldız kaymaz...

her insan bir dünyadır,
göklerde dünyada yaşamış, halen daha yaşayan, ve bundan sonra yaşayacak insan sayısı kadar yıldız olduğu söylenir; yıldızlarında yaşayanı var öleni var yani söneni...

eğer bende yüreğimde bir dünya barındırıyorsam, sen benim dünyamdan görünen en parlak yıldızsın. sakın kayıp uzaklara gitme, kayıp gidersen tutacağım dilekte belli

"o kayıp giden yıldız geri gelsin"

benim içimde bi öküz var...

ak pak saçlı, kültürlü olduğu her sözünden elli, mürekkep yalamış, bir kütüphane dolusu kitap okumuş bi adam tv de anlatıyor

"dergahın kapısı çalmış,
- kimo, demiş
- ben geldim , demiş kapıdaki
- git biraz daha piş de öyle gel, demiş
aradan seneler geçmiş adam yine gelmiş
- kimo, demiş
- sen geldin, demiş kapıdaki
- tamam şimdi oldu gir içeri, demiş"

ben bu hikayeden bişey anlamadım öküzlüğüm tuttu bugün zahir...

alt yazı...

aşk,
insanın hayatı ile arasına sevdiğinin girmesidir;
güneş tutulmasındaki ay gibi.
buda bir nevi aşk tutulması oluyor...

15 Şubat 2009 Pazar

güneşten önce doğduğum gün...


her şairin, üzerine mutlaka bir şiir yazdığı şeyler vardır; kağıt gemi, duvar, aşk, kadın, dağlar,istanbul, martılar... her şairin takıntısı olduğu şeyler vardır; otlu peynir, kız kulesi, memleket...

benimde bir duvarım var
canım sıkılsa üzerindeyim
sarhoş olsam, bir hoş olsam üzerindeyim
aşık olsam üzerindeyim
kuş olsam tünerim üzerinde yim
"bir bulut olsam
yüklenip yağsam
dökülsem damla damla toprağına"

ve ne zaman
o güneşten önce doğduğum günün
seneyi devriyesi gelse çatsa
yalnızlık kisveme bürünüp ağlarım
cevap vermez ama duyar
hiççç kime ağlıyorsun sanki duvar...

14 Şubat 2009 Cumartesi

sevgililer günü fotoğrafı

14 şubat...


ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
"Ben sende bütün aşklarımı temize çektim..."
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi,
Terk ettin...


Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim. Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum. Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu, yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine, çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine, lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu...

Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını...

Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri. Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıştı. Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk. Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi...
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

12 Şubat 2009 Perşembe

akla zarar dialoglar...

bir batımda 2 ekmek yiyebilen bir arkadaş için; ohoooo onun bu işi yapabilmesi için kırk fırın ekmek yemesi lazım dedim.
arkadaş şöyle cevap verdi;

yemiştir :)

10 Şubat 2009 Salı

sobeledim seni...


neden böyle yapıyorsun?
kendini saklıyorsun...
çok acı çekiyorsun,
hemde burdaki herkesten çok;
bunu herhalinde görüyorum.
bütün o gürültülü hareketlerin,
olaylara heyecanla koşturmaların,
her el uzatana eğilmelerin,
neden böyle yapıyorsun?
kendini saklıyorsun...

dil sürçmesi...

dil sürçmeleri başıma bela oluyor, bazan çok kötü manalara geliyor çoğu zaman gülme kaynağı oluyor. ama buda okumadığımızdan oluyor kitap okumak konuşma bozukluklarının hepsine iyi geliyor; kekemelik için doktora giden arkadaşıma, hızlı konuşmasının tedavisi için başka bi arkadaşıma, yavaş konuşan bi arkadaşıma,kelimeleri yutan, bazı harfleri söyleyemeyenlere, doktorların ortak bi ilacı var kitap okumak. kitap okuyun diyorlar hepsine kitap okuyun demişler. şimdi bende bir sorun daha var her gördüğüm yazının tersini okuyorum bunu yapmamak için zorluyorum ama olmuyor. annem tv de ne var diyor ben cevap veriyorum "rakaykşa"
tersden okursanız düzünü göreceksiniz.bu tabiki dil sürçmelerinede sebeb oluyor mesela aynı dizinin adını düzden okumaya zorladım kendimi " ak şakar" dedim hee "ak şakarrı dede"

şimdi doktora gideceğim bana diyecek ki; kitap oku
doktora vereceğim para ile bir sürü kitap alırım
bişeyim kalmaz:)

9 Şubat 2009 Pazartesi

biz özgür değil miyiz...


Barrymore, İrlanda'da arabasını kullanırken birden durduğunu ve arabadan dışarı çıkarak tüm kıyafetlerini çıkardığını ve buğday tarlasına koşarak gittiğini açıkladı. Oyuncu, bunun yarattığı özgürlük hissinin tarifsiz olduğunu vurguluyor.

bazıları özgürlük için kahramanca savaşır,
bazıları kelle verir (freedom)
bazıları özgürlük için gün sayar,
bazıları özgür olduğunu sanır.
bazan ölümdür bir darağacında,
bazan uçar bir kuş kanadında.
bazan ayrılmaktır özgürlük
gidebilmektir herşeyi bırakıp.
bazan sevmektir,

bazan bir tarlaya çırılçıplak koşarak girmektir...

7 Şubat 2009 Cumartesi

sıcak şarkı yoksa, başka bişey verelim

-merhaba ne yaptın beni beklerken
-hımmm burdan polis karakolu 657 adım, burdan sahil 436 adım, burdan sizinkilerin evine gitmek için hergün 312 adım atıyorsunuz tabii bu benim adımımla siz belki 400 civarı bi adım atarsınız.
-çok özür dilerim keşke gelip derse girseydin hocalar kafa bişey demezlerdi
-yok ben, sana sitem olsun diye söylemedim
-çok üşüdünmü
-evet biraz, ama şarkı söledim dolaşırken
-ne söyledin
-içimi ısıtan bi şarkı
-hımmm söle bakalım hangi şarkıymış içini ısıtan
-hadi yüreğim ha gayret
-hııı! o bizim şarkımız değil ki, hem o şarkının ismide o değil
-bizim şarkımız mı var
-ıyhhhk git yaaa
-burdan tantunici 1271 adım benimle yürürsen sana bi tantuni ısmarlarım
-ıyhhk tamam

4 Şubat 2009 Çarşamba

alt yazı...


- baba mısır niye renkli değil?
- renkli ya, sarı patlatınca beyaz oluyor
- hayır niye mavi mısır yok?
- Allah öyle yaratmış öyle olmuş
- her şeyi Allah mı yarattı?
- evet
- tek başına mı?
- tek başına
- beni de mi?
- seni de
- o zaman beni neden kör yarattı
- sen kör değilsin ki gözlerin hasta tedavi ettircez geçecek

-kızım sen gidip annenlerle otursana
-baba! ben erkek olsaydım beni daha mı çok severdin?

hayattan korkma

garip meslekler

batıda şöyle meslekler var;
* iki ayakla dolaşan kıllı primat araştırmacısı
* yaratık bulma uzmanı( henüz hiç yaratık bulamamış ama uzman)
* paleontolog( en ufak bir fikrim bile yok )
* biyolojik antropolog

şu kıllı primat varya bide neandertal var evrim geçirmeden önceki atalarımız mış, tipi görseniz inanırsınız maymundan geldiğimize, aynı recep ivedik...

abicim ben onu bunu bilmem siz gelmiş olabilirsiniz ama ben maymundan gelmedim
maymundan gelmedik ama maymuna doğru hızlı bir gidiş var...

akla zarar dialoglar...


1-mogolistanda iki kilometre kareye bir insan düşüyormuş
2-nerden düşüyorlarmış?
3-sen de herşeyi biliyon yaa
4-yok len biz sohbet ederken şimdi tv de söylediler oda bize satıyor hemen
1-tamam ama tvde sadece mogolistanda altıbin küsür km kare toprak var 2.8 milyon insan yaşıyor dedi bende böldüm
4-evet böldün sayıyı tam bilmiyon ama yinede böldün

tv den yorumlar...

müjdat gezen- zekeriya beyaz hocayla beş yıl arayla iki programa katıldım, ilkinde ben siyahsaçlıydım o beyaz saçlıydı; beşyıl sonra ben beyaz saçlıydım o siyah:)

laf ebeleri- ergenlik dönemi psikolojide şöyle tanımlanır; libido yükselir algı kapanır. ve bu ergenlik dönemi ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir mesela afrika gibi sıcak yerlerde daha erken yaşta başlar, kuzeyde soğuk ülkelerde daha geç yaşta başlar, norveçli balıkçıların ellerinin de balık tutmaktan değil o nedenle nasır tuttuğunu anlıyoruz :)

yemekteyiz programı için bir yerde bir yorum duydum harikaydı
"SONRADAN GURMELER" :) (yemek kültürümüzün, misafir ağırlama kültürümüzün, bir yerde misafir olma kültürümüzün içine eden program...)

Ve bir filmde çocuk sevdiği kızın arkasından koşuyor kız bi dolmuşu eliyle durdurup biniyor ve çocuk koşarak dolmuşa yetişmeye çalışıyor ama dolmuş cu kapıyı çocuğun yüzüne kapatıp gazlıyor

bu yorumda BENDEN-vay benim memleketimin, milletimden uzak senarist ve yönetmenleri, nerde görülmüş bir dolmuşcunun herhangi bi müşteriyi almadan gazladığı beeee biraz halkın arasına karışıp, film çektiğiniz ve o filmi seyretmesini beklediğiniz halkı tanıyın...

3 Şubat 2009 Salı

sürücü oskarları

çember çevirmek


bizim küçüklüğümüzün en popüler oyunlarından biriydi çember çevirmek, çemberi olmayan kamyoncu çocukları eski kamyon lastiği çevirirlerdi (ki iç lastiğini yani şambrelide şişirip denizde can simidi olarak kullanırlardı) tabii o yıllarda bilgisayar yok, tv tek kanal, oyuncaklar çeşitsiz ve pahalı dolayısıyla çocuklar sokaklarda kendilerine böyle eğlenceler icadediyorlardı. belkide o yıllarda çember çevirmekten zevk almayan tek çocuk benimdir ama çenberini kaybeden dayısı tarafından onu çalmakla suçlanıp dövülen tek çocukta ben olmalıyım ( ki dayım benden 3 yaş büyüktür, ve bir hafta sonra çenberi saklayanın kuzenim çağlar olduğu ortaya çıktı, dayım onunda çember çevirmesine izin vermemiş o da kızmış saklamış ama dayağı ben yedim naaaaaber :(

ne diyordum çember çevirmeyi sevmeyen tek çocuk bendim ya, babası kamyoncu olan arkadaşım bir gün geldi eski lastiği bana doğru yuvarladı ve al biraz da sen çevir dedi. ben ilgilenmedim ısrar etti, hatır için aldım çevirmeye başladım, mahallenin bir ucundan bir ucuna lastiği elimle çevire çevire götürdüm ve geliyordum ve lastiğe refakat etmek bana hiç zevk vermiyordu, bir ara ayağım takıldı ve lastiğin üzerine doğru düştüm ve lastkle beraber bir tam tur döndüm sonra ayağa kalktım lastiği getirdim herkes gülmekten kırılıyor laz bir arkadaş ula ne ettün öyle lastikle döndün durdun da ha haha ha,

benim cevap: oğlum lastik çevirmek hiç zevkli değildi bende dönüşün bir parçası olunca daha zevkli oldu da...

gerçekten bak daha zevkliydi :)

1 Şubat 2009 Pazar

ölmek o kadar kötü bişey değil...


ölümü gerçekten düşünmeye, bir kaç gün önce canlı ve hayat dolu gördüğüm genç bir insanı bir çukura bırakıp üzerinin toprakla örtülmesini seyrederken başladım...

ve aynı insanın ölümünden sonra söylediği bir sözle telaş duygusu ile kaplandım "üzülme benim için,hiç acı çekmedim. telefonla konuşuyordum bir baktım öteki dünyadayım... ölüm bu kadar ani, ölüm bu kadar ensemizde, ölüm sessiz ve derinden...

seyrettiğiniz en güzel filmi düşünün, yaptığınız en güzel yemeği, en güzel seksi,seyrettiğiniz en heyecanlı maçı düşünün; eğer bitmeselerdi şimdi en sıkıcı şeyler olacaklardı
hayatta bir yerde bitmeli...

güneşin oğlu...

büyük şair orhan veli ne demiş

Öteki dünyada
Akşam vakitleri
Fabrikamızın paydos saatinde
Bizi evlerimize götürecek olan yol
Böyle yokuş değilse
Ölüm hiçde fena birşey değil…

alt yazı...

kız- jack sanırım başkası var
oğlan- oooo tanrım brett tabiki yok
kız- evet var
oğlan- hadi brett isveçteyken biri oldu ama önemli değil
kız- jack beni dinlemiyormusun benim hayatımda biri var
oğlan- peki ben
kız- ben senin umurunda değilim, altı ay önce avrupaya gittin, bensiz, ve altı ay boyunca beni hiç aramadın, sadece bir kez kart attın o da isveçten ve sebebide şimdi belli oldu
oğlan- peki bir kaç hafta beni idare edemezmisin kalacak bir yer bulana kadar
kız- kanepede yatarsın...

archi knox