25 Temmuz 2008 Cuma

yeni tanıştırıldım

bir mevsim dönüşürken diğerine,
altın sarısı geçişleri
karanlığa hapsediyordu toprak
-ki toprak aşktan önceydi
hep aynı vedada kaldığımı gösteriyordu
kaybolduğum mor kuytuluk
unutur olmuştum düşlerimi sokaklarda
-ki düşlerin öznesi yoktu
bakışlarımla avuçluyordum
öfkeme yapışmış kan pıhtılarını
esriyen acıların son demini yaşıyorum
-ki yaşam ölümün ilk adıydı…

...

Ben

avuçlayabilir misin karanlığı
sonlandırabilir misin bıçaksırtı bekleyişleri
durdurabilir misin kendini…
hayır
kaybedişlerin efendisisin sen
rezil, aptal ve ahmak…
çarmıha çivilenmiş iraden
düşlerin etrafını çevreleyen dikenli tellerin var.
geçmişte yaşadıkların ile geleceğe ait ipoteklerin,
her an patlamaya hazır özlemlerin…
korkma aynalar yalan söylemez sana
gözyaşların imrendirir timsahları
kabil’in habil’i öldürüşü kadar acımasızdır nurdan yoksun vicdanın
durmaksızın yokluğunun acısını içersin beyaz yürekli ülkenin
ve bilirsin;
ayrılığım sertliğini,
kendi ölümünün yumuşaklığı bertaraf eder yalnızca
...
Bir Beyaz Ölüm

aç gözlü kargaların
kan kokan nefeslerinden korurken
kendimizi
ölümler dost oldu aşkımıza
metal bir soğukluk kaplıyordu cümlelerimizi
ateşle oynayan bir yalandı dudaklardan dökülen
/biz aşıktık
gülüşün
sisli bir yalnızlıktı/
ayrılırken
iğreti bir yaşam vaat ediyordu düşlerimiz…
bakışlarımıza kar yağıyordu
bir beyaz ölüm kaplıyordu gözbebeklerimizi
sığınak anların efendisi
...

A Hali

sığınak anların efendisi
ay’ın intiharını izlerken güneşten
anlat bana
aşkın ‘a’ halimi acı olan
yoksa
gecenin zifiriliğine kan damlatması mı
aşkı acı kılan
...
Eylül Ölümleri

bir resmin peşi sıra ‘ıslak adımlarla’ aranan ne varsa
-aşka, yani sana dair-
kaybettiğim bütün yüzlere denk düşürüyordu yokluğunu…
/hiçbir ayrılık güzel değildi ölüm kadar. oysa ki
güzel olur derlerdi ‘eylül ölümleri’/
bu yüzden olsa gerek, git de diyemiyorum..kal da.
iki yokluk arasında kayboluş..
zamanın son nefesini çekiyorum içime.
susmanın ölüm.
ölümün eyvallah diye beklendiği bir kapı
aralığında.
gözlerimde karanlığın sessizliği…
ne kadar uzun zaman oldu
-unuttum-
yalvarmaya durmayalı geceye…
bir kadavra öpüşü soğukluğu sararken bedene…
/çizilmemiş bir resme veremediğimiz ruhun,
yaşanabilirliğini hiç görememek mi bizi delirten..
yoksa morgunda bekletilen cesedin gözlerindeki
hikayenin sonunu bilememek mi
yaşamı anlamlı-anlamsız kılan/
ruhuna dokunuyorum
ellerimde yalnızlık
git de diyemiyorum…kal da.
yusuf’un bakışlarındaki mermer saraylara hapsettiğim
resmin,
bende tamamlayamadan esaretini,
darağacına göndereceğim bütün sisli ‘sin’leri…
ve o ‘sin’lere inat seveceğim
tanrısal masumluğunda seni…

rasih yılmaz

Hiç yorum yok: